Ebû Tâlib’in vefatı üzerinden henüz üç gün geçmişti. En azından dünyaya veda ederken bir adres bırakması için çok uğraşmıştı, ama dudaklarından bu adresi ifade eden bir cümle duyamamıştı Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem). Üstüne üstlük, onun yokluğunu fırsat bilen Kureyş, artık daha acımasızca yüklenecek ve bu yüklenmelerde onun yokluğunu acı acı hissedecekti. Çok üzüntülüydü; en büyük destekçi ve hâmisi, amcası Ebû Tâlib’in imanına şahit olamadan, dünyadaki sıcaklığına mukabil ebedî huzuru kazanma yoluna girdiğini ifade edecek bir kelime duyamadan onu toprağa vermenin hüznü içindeydi.
Karanlığın koyulaştığı en zifiri demlerdi. Hasta yatağında bıraktığı kerîm zevcesinin durumunu merak ediyordu ve çadırına yöneldi telaşla… Çünkü, bir diğer destekçi Hz. Hadîce de hastalıktan kıvranıyordu. Son yolculuk öncesinde Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ateşler içinde kıvranan kerim zevcesini ziyaret için yola koyuldu. Ebû Tâlib gibi bir dayanaktan mahrumiyetin yanında, can dostu ve en sadık yârânından da mahrum kalmak vardı işin ucunda…
Yaklaştı ve çadırın perdesini araladı yavaşça!.. Hastalıkla inleyen Hz. Hadîce’nin hali yürek yakıyordu; altında firak çığlıkları sezilen iniltilerdi bunlar… Hatice, Mekke’nin en zengin kadınıyken bugün, açlık ve sıkıntı içinde iki büklüm; sürgün hayatının tüketen şartlarıyla boğuşarak gidiyor; geride kalanlara el sallayıp veda ediyordu.
Derinleşmiş hüznünde, Allah Resûlü’nü, kızlarıyla birlikte yalnız bırakacak olmanın endişeleri gizliydi. Gidiyordu; ama gönlü, himayesiz kalan Efendisi’nde mahpus, geride kalan Sultanlar Sultanı ve Rabb-i Rahîm’ine emanet ettiği yetimlerinde esir kalmıştı. Erken doğmuş, Hakk’a erken uyanmış ve şimdi de, kendi elleriyle emanet ettiği iki yavrusundan sonra, onlara kavuşmak için önden gidiyordu.
Yüzünde, gidişi öncesinde tatlı bir tebessüm belirdi; belli ki artık, Cibril’in muştusunu getirdiği cennet yamaçları açılmıştı gözlerine… Ancak bu tatlı tebessüm bile, şefkat ve merhamet yüklü bulutlar gibi çadırın kapısında kendisini gözleyen Efendisi’ni görünce acılaşmış ve derin bir hüzün şekline dönüşmüştü. Her ikisi de, birbirlerinin halini düşünerek hüzün yaşıyordu.
Şefkat ve Merhamet Sultanı’nı derinden yaralayacak bir manzaraydı bu!.. Göz pınarları harekete geçmiş, yanaklarından süzülen damlalar mübarek sakalını ıslatmıştı; ardı ardına hıçkırıklar düğümlendi defalarca boğazında!..
Bir minnet duygusuyla yanına yaklaştı Allah Resûlü ve ifadede kelimelerin kısır kaldığı mânâ yüklü şu cümleleri sıralamaya başladı, titreyen dudaklarından tane tane:
– Benden dolayı, ey Hadîce! Sen de, bu sıkıntılara katlanmak zorunda kaldın ve kâmetine göre bir hayattan mahrum yaşadın.
Aslında sen bunlara lâyık bir kadın değildin. Keremine karşılık keremle mukabele bulmak varken sen, çile üstüne çile ve mihnetle mukabele gördün, demek istiyordu ve ilâve etti:
– Ancak unutma ki Allah, her sıkıntı ve zorluğun arkasından, mutlaka hayr-ı kesir murad etmiştir…1
Ve Ebû Tâlib’den sonra ikinci önemli dayanak da artık yaşamıyordu. Atmış beş yaşlarındayken dünya ve dünyadaki bütün sıkıntılara veda ederek, içinde ne bir gürültü ne de bir yorgunluk olan, incilerle örülmüş ebedî mekânına intikal etmişti Hz. Hatice (radıyallahü anhâ).
Böylelikle o, Hirâ’da doğan güneşin ardından bir Kadir Gecesi başladığı yeni hayatını, yine bir Kadir Gecesi’nde noktalamış oluyordu. Mezarına inip ebedî yurdun ilk kapısı olan Hacûn Kabristanı’ndaki mekânına onu, bizzat Allah Resûlü yerleştirecek; yine toprakla üzerini de O kapatıp tesviye edecekti.2
Artık musibetler, sağanak olup yağmaya başlamıştı; çünkü yanında, yaşadığı her sıkıntıda semtine sığınıp da sükûn bulduğu bir destek; musibet olup üzerine gelen meteorların atmosferine çarparak parçalandığı bir dayanak ve yılların tecrübesiyle gelişmeleri sabırla karşılamada emin bir yardımcısı yoktu Allah Resûlü’nün.
Allah Resûlü için müşfik bir babadan, güvenli bir koruma ve gönlü zengin bir amcadan sonra; sadık bir yâr, kerim bir zevce ve müşfik bir dayanak da artık yaşamıyordu. Bu sebeple Kureyş, daha bir cesaretlenmişti; Efendimiz’in üzerine daha çok geliyordu. Bir gün, sefahete kendini kaptırmışlardan biri, yolda yürüyen Efendiler Efendisi’nin üzerine toz-toprak atmış ve O da üst-başı bu halde iken, başını öne eğerek hane-i saadetlerine gelmişti. Kızlarından birisi, babasını bu halde görünce çok üzülmüş ve bir taraftan Efendimiz’in üzerini temizlerken diğer yandan da bu üzüntüsünü ağlayarak gösteriyordu. Ufku süzen gözlerin ardından şöyle buyurdular:
– Ağlama kızım ve sakın üzülme! Allah, senin babanı zâyi edecek değildir!3
Ardı ardına yaşanan bu üzücü olaylarla dolu bu yıla, hüzün yılı denilecekti. Zira onda, bir yandan müşriklerin ortaya koydukları haksız başkaldırı ve tepkiler çığırından çıkmış ve kontrol edilemez bir konuma gelmiş, diğer yandan da Efendimiz’in yanındaki iki temel dayanak da ebedi âleme göç etmişti. Mahzun Nebi’yi hüzne boğan gelişmelerdi bunlar ve bundan sonra bu isim, geride kalan bir yıla alem olacaktı.
Dipnot:
- Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, 9/218
- İbn Sa’d, Tabakât, 8/18
- İbn Hişâm, Sîre, 2/264